Müyesser Yıldız işte bu yüzden babayiğittir

“Savaş” deyince akla ilk gelen, silahlı eylemdir. Devamında da kin, nefret, kan ve barut benzeri hoşa gitmeyen sözcükler sıralanır. Ancak bu kelimenin gayet sevimli başka manaları da var:

“Savaş” ve “silah” kelimelerini bu kadar yumuşatan, anlamlı kılan bu mısralar, Halk Ozanı Abdurrahim Karakoç’a aittir. Herkes onu “Mihriban” türküsünün şairi olarak bilir. Oysa bu şiiri de Mihriban’ın bestecisi Musa Eroğlu tarafından yine türkü formunda seslendirilmişti; mahalle ayrımı gözetilmeksizin…

Şiirde de görüldüğü üzere, “savaş” bir halk ozanı açısından mücadeleyle eş anlamlıdır. Onun kanla, barutla bir işi olamaz. Mısralar onun silahı, sözcükler ise birer mermi hükmündedir.

Bir gazeteci de olsa olsa bir savaşın tanığı olabilir. Onun da topla, tüfekle hele ki casuslukla hiçbir işi olamaz. Onun silahı da kalemi ve objektifidir. Mermisi ise heybesinde bin bir sabırla biriktirdiği haberlerdir. “Sabır” sanki onlar için yaratılmış bir sözcükmüş gibi hep hakkını vermişlerdir. Yoksa onlarca klasör, binlerce sayfa içerisinde dolaşmak, günlerce süren bir duruşmayı gözlerini kırpmadan izlemek neyle açıklanabilir ki!

Tarihimiz maalesef kalemini veya objektifini bir gün bile çatamadan, ömrünü “doldur-boşalt” ile geçiren gazetecilerle doludur. Böyle olunca da “suları ıslatmak” onlar için de hiçbir zaman mümkün olmamıştır.

Bu kervana en son katılan kişi ise Odatv Ankara Haber Müdürü Müyesser Yıldız oldu. Tutukluluğunun 7. gününde kendisi için düzenlenen, Anaysa Mahkemesi’nin tam da karşısında yer alan Atatürk Parkı’ndaki basın açıklamasına dün ben de katıldım. Burası FETÖ’nün Balyoz kumpasına karşı Adalet Nöbeti’nin tutulduğu yerdi…

ÇILDIRTAN SESSİZLİK

Müyesser, 6 yıl önce kumpas mağduru askerler için bu parka kurulan çadırları adeta kendine mesken edinmişti. Bu yüzden de Balyoz ve Ergenekon davalarında yargılanan emekli askerler kendilerine yakışan bir katılımla Müyesser’in yanında oldular.

Akabinde kendisini Sincan 3 Nolu L Tipi Cezaevi’nde ziyaret ettim. Baharın dışarıdaki rengârenk coşkusu içeriye girince kendisini daha da çok hissettirmişti… Buz gibi duvarlar ve virüsün etkisiyle çıldırtan bir sessizlik…

Ne tecrit umurundaydı ne de taraksızlığı… Sipariş verdiği gazeteler ve kargodaki kitaplarının hala gelmeyişi biraz canını sıkmıştı o kadar. Tüm bunlara rağmen gardını düşürmemişti. Hatta onu daha da bileylenmiş gördüm.

Çünkü “Askeri Casusluk” iddiasıyla gözaltına alınmıştı.

Suçunu avukatlarından değil, önce yandaş medyadan öğrenmişti.

En çok zoruna giden ise evdeki bilgisayarlara imajları alınmadan el konulmasıydı.

2019 yılındaki bir soruşturmaya dâhil edilmesine rağmen delil yokluğundan dört günlük gözaltı süresi milimi milimine uygulanmıştı.

Sanıktan delile gidilmesine rağmen yine de delil bulunamamıştı.

Sırf dört günlük gözaltı süresinin hakkını vermek için bu kez de “Devletin Güvenliğine İlişkin Gizli Bilgileri Açıklama” suçlaması yöneltilmişti. Sanki “Kozmik Oda” denen olay uzayda olmuşçasına.

O gizli bilgi dedikleri şey ise hâlihazırda hakkında erişim yasağı bile olmayan iki adet makaleydi.

Üstelik gizli bilgileri verdiği iddia edilen E.B. isimli astsubayın avukatı, müvekkilinin bipolar rahatsızlığının olduğunu duruşmada dile getirmişti.

Sonuç malumunuz: Müyesser objektifinde biriktirdiği haberlerle birilerinin suyunu bulandırmıştı bir kez… O artık tutuklanmak zorundaydı. Hem de “suları ıslatamasın” diye nezarette susuz bırakılarak.

Bu durumu geçenlerde en iyi dile getirenlerden biri Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu oldu. Aynen şöyle dedi:

“Şimdi gazeteciler hedef alınıyor. Öyle bir hava estiriliyor ki araştırmacı gazetecilere ‘casus’ deniliyor. Casus, hain diye nitelendiriliyor. Ya mübarekler, casusluk mesleğini kendilerine meslek edinen ülkeler, nereye yerleştirirler casusu? Hükümetin içerisine yerleştirirler. Siz casus arıyorsanız sizlere yalakalık yapanların içerisinde arayın casusu. Hükümete karşı çıkanlardan casus olmaz. Bu genel bir kuraldır. Casus kendisini deşifre eder mi?”

Böyle bir açıklama üzerine artık yorum yapmak ayıp olur. Ama ben olayın farklı bir boyutundayım.

DİRENENLERE TEK ADRES DEMİR PARMAKLIKLAR GÖSTERİLDİ

Bir politikacı ile bir gazeteci meslek itibariyle birbirine benzemese de ortak yanları vardır. “Baş koyup” gerektiğinde “baş vermek” her iki mesleğe çok da yabancı kavramlar değildir. Ama buradaki kastım gerçek politikacılar ile bağımsız gazetecilerdir. Çünkü “baş koyup baş vermek” her babayiğidin harcı değildir. Müyesser Yıldız ise bu babayiğitlerden biridir. Hem de boyuna bosuna bakmadan… Ülke, vatan, bayrak ve memleket dedin mi kimse onun eline su dökemez!

Bu ortak özellikten dolayıdır ki politikacıların en büyük rakibi gazeteciler olmuştur. Her dönem gazetecilerden “objektiflerinin ve kalemlerinin çatılması” istenmiştir. Direnenlere ise tek adres olarak hep demir parmaklıklar gösterilmiştir. Ama sonunda kazananlar hep gazeteciler olmuştur. Çünkü politikacılar güçlerinin bir sınırı olduğunu hiçbir zaman görememiştir.

Bunu ben demiyorum; tarih söylüyor. Zira politikacılar savunma bağlamında ancak yaptıklarını yazarlar; ama hesapsız gazeteciler öyle değil. Zamanın her bir detayı onların objektifiyle ve kalemleriyle vücut bulur.

Geçmişin İslamcı yazarı, şimdilerin felsefe adamı Dücane Cündioğlu bir kitabında “Bir kimse boşa hatta boşu boşuna konuşabilir ve fakat boşu konuşamaz.” der. Tanıdığım kadarıyla, gerek Müyesser ve gerekse de Barışlar yaptıkları haberlerle hiçbir zaman “boşu” konuşmadılar. Hatta “boşu boşuna” hiç konuşmadılar. Öyle olsaydı bugün altın kafeslerde olacaklardı. Aynen diğerleri gibi…

Kısacası kimse boş yere beklemesin! Gerçek gazeteciler hiçbir zaman birileri, özellikle de muktedirler istedi diye asla objektiflerini çatmazlar. Ta ki “suları ıslatana” dek…

Silivri’den Sincan’a… Pehlivan, Terkoğlu, Hülya, Murat ve Müyesser’e kucak dolusu selamlar.

Ramazan Bulut

Odatv.com

<br/>

3 Bu habere tepkiniz:

Kaynak: OdaTV