Hangi ülkeleri gruba katmak istiyor… Trump’ın “G-11” planının altında ne var

İnsanlar kimi zaman gözleri önünde olup biteni görmezler de komplo teorileri ile zaman yitirirler. Ya da kişilere ve ülkelere karşı olan haklı ama yararsız öfkeleri içinde olan bitene soğukkanlı biçimde bakmayı unuturlar. Bugünlerde hemen herkesin eleştiri yağmuruna tuttuğu ABD Başkanı Trump’ı küstahlığı, ırkçılığı ve saldırganlığı nedeniyle kınarken özellikle dış politikada ne yapmak istediğini de anlamak gerekir.

Trump, geçtiğimiz günlerde “G7” (Yediler Grubu) liderlerine sunduğu üye sayısını 11’e çıkarma önerisiyle açık bir kamplaşma başlatmış oldu. G7’nin dünyanın demokrasiyle yönetilen 7 zengin ülkesinin (ABD, Almanya, Japonya, Fransa, İtalya, İngiltere ve Kanada) 1975 yılında kurdukları bir ekonomik eşgüdüm ve politik tartışma platformu olduğu herkesin malumu. Uzun yıllar dünya ekonomisi ve siyasetine yön verebilen ve bu arada komünist rejimlerin yıkılıp Doğu Avrupa ve Ortadoğu’nun yeniden biçimlenmesinde kaçınılmaz bir rol oynayan G7’ye 1997 yılından itibaren ekonomik gücü açısından değil ama politik etkinliği nedeniyle Rusya Federasyonu da davet edilmeye başlanmıştı. O dönemde Batı’nın Yeltsin’e bağladığı umutlar Putin sonrası devam etmeyip üstelik de Ukrayna ve Kırım olayları yaşanınca Rusya’nın üyeliği 2014’de askıya alınmış, 2017’de ise Rusya G7’den resmi olarak çekilmişti.

İşte şimdi ABD Başkanı Trump, G7’ye Rusya’nın tekrar resmen çağrılmasını istiyor, bununla da yetinmeyip “zenginler kulübüne” 3 yeni üye öneriyor: Hindistan, Güney Kore ve Avustralya. Trump’ın önerdiği ülkelerin haritadaki yerlerine ve politik tutumlarına bakılınca amacın ne olduğu ve neyin planlandığı çok açık. ABD, Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği’ne karşı uyguladığı “containment” (çevreleme) politikasını Çin’e karşı uygulamaya hazırlanıyor.

ÇİN KUŞATMASI

Bilindiği gibi Güney Kore ve Avustralya dünyada ilk 10 ekonomi içinde değildir. Hindistan, dev nüfusuyla ilk 10 içindeyse de aslında yoksul bir ülkedir. Bu 3 ülke demokratik rejimleri nedeniyle kulübe alınacaklarsa Rusya’nın orada ne işi vardır? G7’yi G 11’e dönüştürme önerisinin asıl nedeninin Çin’i izole etmek olduğu bellidir. Görüldüğü gibi ABD, ağırlık merkezinin Asya-Pasifik bölgesine kaydığı ve yeni bir tür soğuk savaşın yaşanacağı yeni dönemin hazırlıkları içindedir.

Trump’ın G7 ile ilgili önerileri özellikle Avrupalı partönerleri tarafından soğuk karşılanmış, kimileri Rusya’nın dönüşüne karşı çıkarken, kimileri de Çin’e karşı kamplaşmadan rahatsızlık duyduklarını hissettirmişlerdir. (New York Times, 2 Haziran, Steven Erlanger’in makalesi) Ancak bunun katı bir tavır mı yoksa ticaret savaşlarında ABD’den bazı avantajlar elde etmek için sürdürülen bir pazarlığın parçası mı olduğu açık değildir. İçerdeki gösteriler ve dışarda Trump’ın Dünya Sağlık Örgütü konusunda takındığı keyfi ve “dediğim dedik” tavırları yüzünden dış politikada güçlüklerle karşılaşan Beyaz Saray, G7 toplantısı planlarını gerçekleştirememiş, zirve sonbahara ertelenmiştir. (Le Monde,4 Haziran, Piotr Smolr’ın makalesi)

Kasım’daki ABD Başkanlık seçimini Demokrat aday Joe Biden kazanırsa ABD’nin Çin’e karşı planları değişir mi? Uzun bir süredir vurgulanan stratejik denge değişikliği bunun mümkün olmadığını gösteriyor. ABD’nin Çin’in bugünkü yükselişini hiçbir şey yapmadan seyretmesi halinde hem ekonomik, hem de politik açılardan büyük güçlüklerle karşılaşacağı kesin. Bu bakımdan, Avrupalı ve diğer demokratik müttefiklerine ekonomik, Rusya’ya ise politik tavizler vererek herkesi Çin’e karşı birleştirme planlarından vazgeçmeyecektir. Demokratların Trump gibi paldır küldür davranmayıp, daha ince ve ustalıklı politikalar yürütmeleri dışında farklı bir önerileri de olmadığı görülüyor.

LİBERALİZMİN TARİHSEL YANILGISI

Küresel sistem 90’lı yıllardaki tarihsel yanılgının bedelini ödüyor. O dönemin moda akımı neo liberalizmin ünlü düşünürleri ekonomileri dışa kapalı, komünist ya da milliyetçi ülkelerin serbest piyasa ekonomisine geçip, dünya ile bütünleştikçe yavaş yavaş ve kendiliğinden demokratik rejimi benimseyeceklerini sanıyorlardı. Her yerde, siyasette, medyada, üniversite dünyasında bu çocukça teorinin reklamı yapılıyordu. Bugün demokrasiyle serbest piyasanın bir ilgisi olmadığı, serbest piyasa ilkelerini uygulayan Çin gibi ülkelerdeki toplama kamplarıyla çok açık bir şekilde kanıtlanıyor.

Demokrasi ve insan haklarının kapitalizm ya da sosyalizmin değil evrensel uygarlığın bir ürünü olduğu artık anlaşılmalıdır. Uygar olmayan toplumlarda ve özellikle Doğu despotizminde hangi ekonomik sistem uygulanırsa uygulansın sonuç otoriterliktir. Bugün Batı’da Komünist, İslamist ya da faşist ülkeleri demokratlaştırmak amacıyla onları dünya sistemine katmaya çalışmaktansa, cezalandırmak, tecrit etmek, kuşatmanın artık daha doğru olduğu konuşuluyor. Aksi halde bir yandan serbest piyasacılık yaparken, bir yandan da kendi halklarının emeğini yok pahasına pazarlayan diktatörler dünya için sorun yaratıyorlar.

ÇÖZÜM PİYASADA DEĞİL

Türkiye’de de Özal devrinden beri tekrarlanan, serbest ekonominin otomatik olarak özgürlük getireceği şeklindeki sloganımsı iddianın yanlışlığı demokrasiyi varmak istedikleri yere kadar binecekleri bir tramvay olarak görenler tarafından kanıtlandı. Dünya için de, tek tek ülkeler için de daha yaşanılabilir bir toplumun yolu uygarlaşmadan, insani kalkınmadan, demokratik, laik ve sosyal bir sistemden geçiyor piyasadan değil.

Kayahan Uygur

Odatv.com

<br/>

240 Bu habere tepkiniz:

Kaynak: OdaTV